ÖLÜLERİ DEĞİL, DİRİLERİ TARTIŞALIM

Gülay Göktürk
9.2.2001 Sabah

Avustralya'da ölen Nakşibendi Tarikatı Lideri Prof. Esad Coşan Süleymaniye'nin bahçesine gömülsün mü, gömülmesin mi? Günlerdir süren ve neredeyse bir laiklik krizine yol açan bu tartışmaların gerisinde yatan şey aslında apaçık ortada: Biz bu tarikat mensuplarının dirileriyle meselemizi halledemediğimiz için, ölüleriyle bu kadar uğraşıyoruz.

Olay karşısında bir görünür itirazlar var, bir de temelde yatan asıl itiraz...

Görünür itiraz, bir usul tartışması çerçevesinde yürüyor. Yok, herkes oraya gömülmek isterse, Süleymaniye avlusu Nakşi Kabristanına mı dönecek; yok, Mimar Sinan'ın kendisi bile orada yatmazken, Nakşi Şeyhi ne gerekçeyle oraya gömülecek? Yok, Bakanlar Kurulu'nun fevkalade hallerde, bazı devlet büyükleri için kullanması öngörülen bir yetkiyi, Prof. Esad Coşan için kullanması ne derece doğrudur?

Bir çok insan için, nereye gömüleceği pek de önemli değildir. Ama bazıları buna olağanüstü önem veriyor. Hatta neredeyse yaşadığı yerden daha fazla önem veriyor. Eğer bu olayın gerisinde, çok ciddi bir başka tartışma olmasaydı, ölüye ve ölünün son isteğine saygı göstermenin güçlü bir gelenek olduğu bir toplumda, bu mesele böyle uzatılmazdı.

Uzatılıyor, çünkü görünürdeki usul tartışmasının gerisinde çok daha temel bir başka tartışma yatıyor: Tarikatların varlığının meşru olup olmadığı tartışması... Bakıyoruz, basit bir defin yeri vesilesiyle, tarikat denen ve resmen yok farzedilen bir olgu, kabak gibi karşımıza çıkıveriyor ve biz diriler üzerinden yapmamız gereken bir tartışmayı ölüler üzerinden sürdürmeye kalkıştığımız için, boyuna mezarlık kavgası yapan, mezarlıkları paylaşamayan garip bir toplum durumuna düşüyoruz.

Tartışma konusu başka Besbelli ki, asıl tartışmak zorunda olduğumuz şey, tarikat gerçeğinin kendisi. Devrim Kanunları'yla yasaklanan tarikat örgütlenmelerinin artık serbest bırakılıp bırakılmaması... Besbelli bir tarihi konjonktürde faydası-zararı tartışılabilir olan bu yasağın bugün için ifade ettiği anlam. Toplumsal gerçekliğe ters düşen yasaklamaların nelere yol açacağı... Tarikat örgütlenmesinin serbest bırakılmasının demokratik bir kazanım olup olmadığı... Tarikatların, bu toplumun kendi özgü örgütlenme biçimleri olarak, birer sivil toplum kuruluşu olarak sayılıp sayılmayacakları...

Türkiye tartışma özürlü bir ülke olduğundan, daha birçok konu gibi bu konuyu da tartışamıyor.

Onun yerine, iki yüzlü bir tutumu sürdürmeyi tercih ediyor. Bir yandan tarikatların fiilen var olduğunu ve hükmünü sürdürdüğünü biliyor ama, bilmezden geliyor. Tanıyor ama tanımazdan geliyor. Sözde meşru görmüyor ama fiilen boyun eğiyor.

Böylece, garip bir tablo çıkıyor ortaya: Tarikatların laikliği zedeleyeceği endişesiyle yasaklanması, laikliği çok daha fazla zedeliyor. Doğal olarak tanınması gereken bir özgürlük, yasak koşullarında bir politik tavize ve oy avcılığı aracına dönüşüyor. Politikacılar, sözde yasak-fiiliyatta serbest olan bu tarikatların şeyhleriyle her türlü politik ilişkiyi kuruyor, tarikatları birer oy deposu olarak kullanmaya çalışıyorlar.

Tarikatlar da, varlıklarını sürekli tehlike altında hissettiklerinden, politik hamilere ihtiyaç duyuyor; bu ihtiyaç içinde şu ya da bu partiye yanaşmaya ve oy vaadiyle onun koruyucu kanatları altına girmeye, politik arenada güç kazanarak varlıklarını garanti altına almaya çalışıyorlar.

Sonuçta, olması en istenmeyen şey gerçekleşmiş oluyor. Yasak, hem dini faaliyeti, hem de siyaseti kendi alanından kaydırıp yozlaşmasına neden oluyor.

içindekiler | ana sayfa