TASAVVUF GELENEĞİ VE İSKENDERPAŞA CEMAATİ

Prof. Dr. Emin Yaşar Demirci

Eğitim Bilim Dergisi, Mart 2001
 

İskenderpaşa cemaati lideri Es’ad Coşan’ın, Avustralya’da geçirdiği trafik kazasında vefatı üzerine ortaya çıkan tartışmalar, Türkiye’de tarikatların varlığının ve tarikat faaliyetlerinin yeniden gündeme getirilmesine neden olmuştur. Birkaç istisna dışında tartışmaların çoğunda, tarikatların “kanunen yasak”, “Müslümanlığın özüne aykırı”, “kişi iradesini yok sayan”, “çağdışı” vs. örgütler olduğu yolunda görüşler dile getirilmiştir. “Amacın üzüm yemek değil bağcı dövmek” olduğu bazı tartışma programlarını bir kenara bırakırsak, iyi niyet de kuşku duyulmayacak programlarda dahi, tarikat konusunda bilgi eksikliğinden kaynaklanan önemli yanlışlara düşülmüştür.

Bu tartışmalarda tarikatlar konusunda en sık tekrarlanan yanlışların başında, tarikatların tasavvuf geleneğiyle eş anlamlı olarak kullanılması ve tasavvuf geleneğine dayanan dini cemaatlerin tarikat olarak nitelenmesidir. Böyle olunca da cemaatlerin, Cumhuriyet devrimleri ile varlıkları sona eren, faaliyetleri yasaklanan tarikatlar olarak anlaşılması kaçınılmazdır. Bu anlayışta gözden kaçan bir diğer önemli nokta ise, tarikatların ve faaliyetlerinin serbest olması halinde dahi, geleneksel anlamda tarikat yapılarının sürdürülmesinin sosyolojik açıdan imkansız olduğu gerçeğidir.


Tasavvuf bir hayat tarzı

Cumhuriyet devrimleri ile kapatılan ve faaliyetleri yasaklanan tasavvuf geleneği değil, geleneksel tasavvuf örgütlenmesi olarak tarikatlardır. Zaten, “toplumun genel sembollerinin ve değerlerinin kümülatif birikimi” anlamında kullandığımız “geleneğin” yasaklanması, toplumsal hafızanın sıfırlanması demek olacağından, sosyolojik olarak mümkün de değildir. Bir örnek verecek olursak; Cumhuriyetle birlikte Osmanlı devletinin siyasi-kurumsal varlığı sona ermiş, bu siyasi-kurumsal varlığı temsil eden (saltanat, hilafet gibi) kurumlar da yasaklanmıştır. Ancak, Osmanlı siyasi-kurumsal varlığının da dayandığı siyasi, toplumsal, kültürel gelenek Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir ki bu gelenek, en karamsar olduğumuz dönemlerde dahi, ülkemizin sıradan bir üçüncü dünya ülkesine dönüşmesini engellemiştir. Tarikatların kapatılması ve faaliyetlerinin yasaklanmasında da benzer durum sözkonusudur. Tarikatların dini-kurumsal varlıklarının sona erdirilmesine rağmen, bu dini kurumsal yapıların da dayandığı, daha geniş ve kapsayıcı tasavvuf geleneği var olmaya devam etmiş, dini yaşayışı tek düzenlikten ve standartlaşmaktan kurtararak, çeşitlilik ve renk katmıştır.

Tarikatların kapatılması tasavvuf geleneğinin sürdürülmesi açısında çok fazla sorun da çıkarmamıştır. Hatta, tarikatların kapatılmasının bir anlamda tasavvuf geleneğinin önünü açtığını bile iddia etmek mümkündür. Çünkü tasavvufun, bizzat tasavvufun önde gelen isimlerinin ifadeleriyle, bir kurum olmadığı, bir eylem, bir hayat tarzı olduğu vurgulanmıştır. Özellikle Nakşibendi geleneğinden gelen tasavvuf ehli, “amaç-araç” ilişkisine de dikkat çekerek; tasavvufi kurumların (yani tarikat ve benzeri örgütlenmelerin) tasavvuf geleneği öğretilerinin, ideallerinin taşınması, iletilmesi için birer araç olduklarını, bunların bir amaç haline gelmemeleri gerektiğini, amaç haline gelmelerinin bizzat tasavvufi öğretiler açısından sakıncalı olduğunu dile getirmişler, tasavvufi değerlerin yerini aldıklarını düşündükleri geleneksel tasavvuf kurumlarının kapatılmasından pek fazla üzüntü de duymamışlardır.

İskenderpaşa adıyla bilinen cemaatin, yukarıda tartışılan sebeplerle, tarikat olarak nitelenmesi yanlıştır. Ancak, cemaatin dayandığı tasavvuf geleneği de gözardı edilmemelidir. Aksine, cemaatin toplumdaki yeri ve önemi bu gelenek çerçevesinde ele alındığında anlaşılabilecek, anlamlı olacaktır.

Sonuçta Es’ad Coşan’ın vefatının İskenderpaşa cemaati üzerine derin tesirler bırakması kaçınılmazdır. Ancak, Coşan sonrası dönemde cemaatin, onun eksikliğinin meydana getireceği sorunları aşarak rüştünü ispat edecek birikime sahip olduğunu düşünüyorum. Temennim ise bu sürecin cemaat için mümkün olduğunca sarsıntısız ve sorunsuz geçirilmesidir.


İskenderpaşa cemaatinin temel özellikleri

1-Nakşibendi-Müceddidi geleneğinin en başta gelen ayırt edici özelliği, onun mistik tecrübeye bakışıdır. Nakşibendi-Müceddidi geleneğinde mistik tecrübe “Kur’ani gerçekleri anlayabilecek derecede saflaşmanın, objektifleşmenin yöntemi” olarak kabul görmesine rağmen; mistik tecrübenin subjektif, psikolojik yanılsamalara ve illüzyonlara yol açan boyutlarına da özel dikkat çekilmiş ve cezbe gibi mistik-subjektif tecrübelere psikolojik olarak doğuştan daha yatkın olanların, sanılanın aksine, daha zor mürid olabilecekleri vurgulanmıştır.

2-Diğer önemli özelliği, Nakşibendiliğin tasavvuf geleneğindeki bütünleştirici ve sinerji meydana getirici rolüdür. Nakşibendi geleneği, diğer tasavvuf geleneklerinin hayati unsurlarını anlamaya ve kapsamaya çalışan bir gelenektir. Bu yüzden bir Nakşibendinin aynı zamanda Halveti. Cerrahi, Kadiri olduğunu söylemesi şaşırtıcı değildir.

3-Nakşibendi-Müceddidi geleneğinin, özellikle günümüz modern insanı açısından anlamlı, bir diğer özelliğiyse başlangıcından itibaren kentsel yerleşimlerde etkili olması ve sessiz zikir ve diğer terbiye yöntemlerinin, kentli insanlara birey olarak hitap eden yöntemler olmasıdır.

4-Özellikle bu son nitelik, İskenderpaşa cemaatinin kentli, orta sınıf, bireye, bireysel değerlere ve farklılıklara önem veren yapısında yeniden hayat bulmuş, 900 yüzyılı aşan bir gelenek modern söylemlerde kendine yeni bir dil kazanmıştır. Mesela, tasavvuf geleneğinin az yemek ve az tüketmek prensibi, cemaat mensuplarının ifadelerinde tüketim toplumu olmanın anlamsızlığını aşmada bir yöntem haline getirilmeye çalışılmıştır. Yine tasavvufi termolojideki akl-i maaş ve nefs-i emmare gibi kavramlar, modern eleştirel söylemdeki enstürmantal akıl kavramında karşılığını bularak modern topluma eleştirel yaklaşımın kavramsal araçları haline gelmişlerdir.

Bu yüzden İskenderpaşa cemaatinin Türkiye’de bulunan dini cemaatler içinde, “sosyal bilimlere” en fazla aşina ve en çok itibar eden cemaat olması, modernlik ve modernleşme karşısındaki “kategorik ret” tuzağına düşmeyen, “eleştirel katılımcı” tutumu şaşırtıcı değildir. Ancak bu aşinalık ve itibar etmede ve eleştirel katılımcı tavırda, cemaatin dayandığı gelenek kadar, bu geleneği harekete geçiren Prof. Dr. M. Es’ad Coşan’ın da payı büyüktür.

5-Geleneksel anlamda tarikat ve medrese eğitiminden geçmeyen, klasik anlamda bir ilahiyatçı da olmayan Coşan, Nakşibendi geleneği ile bağını, Gümüşhanevi Dergahı’nın son halkası Mehmed Zahid Kotku vasıtasıyla kurmuştu. Bu yüzden Coşan, aynı zamanda kayınpederi de olan, Kotku’nun yerini aldığı vakit, geleneksel anlamda bir şeyh rolü oynamadı, oynamak da istemedi. Cemaat mensuplarından da geleneksel anlamda mürit davranışı beklemedi. Onları birey olarak hitap etti. Onların farklılıklarını kabul etti. Hatta standartlaşma-malarını, bir kalıba dökülmemelerini tavsiye ederek farklılıklarını teşvik etti. Böylece cemaatin diğerlerine nispetle daha açık, daha çoğulcu ve daha demokratik bir görünüm kazanmasını sağladı.

içindekiler | ana sayfa