İSKENDERPAŞA CEMAATİ VE PROF. ES’AD COŞAN

Seyfi Say-Kemal Kaptaner

9,10,11,12-MART-2001—Yeni Şafak
 

Amerika’da Utah’ta, tanıdığımız Mormon aileleri vardı. Bunlardan birisi bize orada ev sahipliği yaptı. Bu zat, 1965 senesiydi Türkiye’ye geldi. Burda bir iş teklif edilmiş kendisine. Biz onu İskenderpaşa’da Hocaefendi ile tanıştırdık. Hocaefendi’nin de iki dakika, birbuçuk dakika kadar filmini çekmişti. Üç sene sonra ben San Fransisko’ya gidiyordum, Türkiye Petrolleri’ndeki bir işim dolayısıyla. Onlarda bir gece misafir kaldım. Geniş de nüfuzu var. Benim geleceğimi duyunca, o civardan yüz kişilik bir topluluğu evine davet etti ve Türkiye’de çektiği filmi oynattı onlara.

“Tam Rahmetli Hoca Efendi Hazretleri’nin filmi gelince durdurdu ve aynen İngilizce olarak dedi ki: ‘This is the hoiest man I’ve ever seen.’ ‘Hayatımda gördüğüm en mübarek adam’.”

Yukarıdaki hatırayı nakleden, hepimizin bildiği bir isim: Korkut Özal, Andığı “Hoca Efendi” ise, 13 Kasım 1980 günü hayata gözlerini yuman merhum Mehmed Zahid Kotku Hazretleri, İskenderpaşa Cemaati denilince ilk akla gelen isim doğal olarak oydu, çünkü 1 Ekim 1958 tarihinde Fatih’teki İskenderpaşa Camii’nde görev yapmaya başlamış ve vefatına kadar burada kalmıştı. Cemaatin kendisinden önceki önderi Abdülaziz Bekkine’nin 1952 Aralık’ında vefatı üzerine, Bursa’dan Fatih-Zeyrek’teki Ümmügülsüm Camii’ne naklini yaptırmıştı.

‘Ben çok büyük bir hocaefendi tanıdım..’

Abdülaziz Bekkine Hazretleri ile Mehmed Zahid Kotku rh. A., aynı hocaefendinin, Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin, bir seçkin öğrencisi daha bulunuyordu: Abdullah Hasib Yardımcı (Rh.A) Abdülaziz ve Mehmed Zahid Efendiler vasıtasıyla hocasına intisap etmiş olmakla birlikte, onlardan hayli yaşlıydı. 1863 doğumlu olan Hasib Efendi, hocasına bağlanmadan önce İslâmi ilimlerde temayüz etmiş, müderris konumuna gelmiş bir isimdi. Üstadları Mustafa Feyzi Efendi’nin vefatı üzerine onun görevini Hasib Efendi devralmış, 23 yıl sonra, 15 Mayıs 1949 günü dünyadan ayrılarak yerini Ümmügülsüm Camii imamı Abdülaziz Efendi’ye bırakmıştı.

Hasib Efendi’yi 1948 senesinde tanıdığını belirten Necdet Oral, “Evi İstanbul Erkek Lisesi’nin orada idi” diyor, “O sırada arkadaşımız olan Mazhar, değişik bir havaya büründü; Yunus Emre’den şiirler okumaya başladı. Bana bir gün dedi ki: ‘Necdet! Ben çok büyük bir hocaefendi tanıdım, gel seni de tanıştırayım! Ben bu kadar kişi arasından –küçük kardeşimle beni kastederek- ikinizi seçiyorum.’ İlk kez olarak Hasib Efendi’ye, Cumhuriyet Gazetesi’nin bulunduğu o sokağa gittik. Onu gördüğümüz zaman şöyle bir gülümsedi bize, gülümsemesi yetti. Dedi ki bize: ‘Hidayet kalbe inen bir nurdur, rahmettir. O rahmet, suyun çorak bir toprağı yumuşatması gibi kalbi yumuşatır. Kalp doğru söze açılır ve o doğru sözü hemen kapar. Tıpkı yumuşamış bir toprağın, tohumu kapıp da yeşermesi gibi.’

“İşte o sıralarda Hasib Efendi’ye devama başladık. Hasib Efendi yaşlı idi ve keramet gösterirdi. Oturursun, senin kalbinden bir şey geçiyorsa, Hasib Efendi derdi: ‘A be öyle değildir o be yahu, şöyle derler onun için.’ Hasib Efendi’yle birbuçuk senemiz geçti, Beyazıt Camii’ne vaaza götürürdük. Vaazı Pazar günleri ikindileyin yapardı. Lise 10’uncu sınıftayım, bir gün vaazdan dönüyoruz. Tam İstanbul Erkek Lisesi’nin önüne geldik. İçimden ‘Hocaefendi bir sorsa da, zor bir dersim vardı, bana onun için bir dua etse’ dedim. İçimden geçer geçmez, taksinin içinde bana döndü: ‘A be nerede okursun?’ dedi. ‘Hocaefendi, şu mektepte’ dedim. ‘A be var mı ikmalin?’ dedi. ‘Var’ dedim. ‘İnşaallah geçersin’ edi. Bir kere de aynı şey evinde oldu. Yine imtihanımın yaklaştığı bir zaman gittim evine. İçimden, ‘Hocaefendi bir sorsa da, dua etse’ diye geçti. O sırada Hasib Efendi bir şeyler anlatıyordu. Bunu düşünür düşünmez lafını kesti, başını bana doğru çevirdi: ‘A be hangi mektepte okursunuz?’ dedi. Okulumu söyledim ama yüzüm kızardı, utandım. Başımı önüme eğdim. ‘İkmalin var mı? Dedi. ‘Bir ikmalim var’ dedim. ‘İnşallah geçersin!’ dedi. ‘Ben bazen dua ederim, sınıflarını geçerler. O benden değil Allah’tandır, Allah’tan’ dedi ve ağladı.”

Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin babası Halil Necati Efendi ise Abdülaziz Efendi hakkında şunları söyler: “Hazret-i Ali Efendimiz’in meşhur miskin, yetim ve esir hadiselerini hatırlatan, yani ailece aç kaldığı, yattığı zamanlar olurdu.. Her dalda öğrenim yapan öğrenci sorularına cevap vermesinden ve kendisiyle görüşen, şu anda hatırlayabildiğim Nurettin Topçu başta olmak üzere, ilim otoritesi sayılan zevatın hayranı oldukları itirafını yapmalarından, ulum-u diniyyenin haricinde eğitim ve öğretimi yapılmakta olan bütün ilimlere tahsilini yapmadığı halde vukufu bulunduğunu, ayrıca mevhibe-i ilahiyeye mazhar olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.”

Abdülaziz Efendi’nin bir başka özelliğini ise merhum Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi şöyle anlatmıştır: “Bizim rahmetullahi aleyh Abdülaziz Hocamız, 1940’lı yıllarda, o zaman genç birer Teknik Üniversite’de hoca olarak kalmaya teşvik etmiştir. Ben o zaman biliyordum ki, Teknik Ünversite’de asistan olması bir mühendisin, dışardakinden üçte bir nisbetinde daha az maaş alması demekti. Mahrumiyet demekti, yokluk demekti, fedakarlık demekti. Ama, Abdülaziz Hocamız onlara asistan kalmayı emretmiştir..”

“20. Yüzyılda Bir Veli”

Necdet Oral, Abdülaziz Bekkine Efendi’yi ise şöyle tanıtır: “Aziz Efendi, yokluklar içerisinde cömert bir insandı. Bir şey de kabul etmezdi. En varlıklı bir insan görünümünde idi.

Hocaefendilerin her biri yaşayış tarzları ile bizlere çok güzel örnekler vermeye çalışmışlardır. Aziz Efendi o zaman Zeyrek Ümmü Gülsüm Camii’nde imamdı. Maaşı 19 lira imiş. Bu nedenle çocuklarını besleyebilmek için keçi almış, keçilerin sütü ile çocuklarını beslemiş. Keçiler üretmiş. O evliya zat, her gün hale gidermiş, Pazar dağıldıktan sonra atılmış sebze artıklarını bir çuvala doldurur, eve getirirmiş, keçilerini beslermiş. Osman Ağabey, bir gün Aziz Efendi’nin oğluna sordu: ‘Babandan unutmadığın bir hatıran var mı Mahmud?’ dedi. O da, ‘Osman Abi, belki çok şey var ama ben babamın, halin önünden sebze artıklarını toplayıp, çuvala koyup da o yokuştan (Zeyrek yokuşu), burnu yere değecek kadar aşağı çökmüş vaziyette gelişini bir türlü unutamıyorum’ dedi. Hasib Efendi’yi tekkeye getiren zat, bu Aziz Efendi imiş. Hatta Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi: ‘Şimdi güzel elyaflı bir kereste getirdin!’ demiş.

Aziz Mahmud’dan dinlemiştim, kendisi Fatih Camii baş imamı idi. Aziz Efendi’nin arkadaşı idi. O anlattı bize: ‘Ben belediye harasının muhasebesini tutuyordum. Mart ayı geldi. 31 Mart’ta hesaplar bağlanacak, muvazene yapılacak, yani denk gelecek. 31 Mart’a iki gün kaldı, ben hesabı denk getiremiyorum. Müdür beni çağırdı: ‘Bu iki gün içinde hesabı denk getiremezsen, sen de iş ara, ben de iş arayayım!’ dedi. Bunun üzerine Aziz Efendi’ye gittim: ‘Muvazene yapamıyorum, vaziyet kötü.. Ufacık bir fark var, tutmuyor hesap!’ dedim. Aziz Efendi: ‘Sen o defteri getir buraya!..’ dedi. Hemen eve gittim. Defteri aldım geldim. Baktım, Aziz Efendi abdest almak üzere kollarını sıvamış, yerde bağdaş kurmuş oturuyor. ‘Gel yanıma otur, sayfaları çevir!’ dedi. Ellerini göğsünde kavuşturmuş, ben de sayfaları birer birer açıyorum. Bir iki derken, bir sayfaya geldik. Aziz Efendi parmağı ile sayfanın yukarısından aşağı tarayıp bir satırda durdu, o satırdaki rakamın üzerine getirdi: ‘Şu rakama dikkatlice bak!’ dedi. Sonra, ‘Tamam kapat!’ dedi. Kalktım ben eve gittim. Faturaları yeniden aradım, taradım, o faturayı buldum; 69’u 96 yazmışım, takdim te’hir hatası.. Ancak Hocaefendi’nin yardımından sonra hesabı düzeltip, hesap bilançosunu denkleştirip müdüre teslim ettim’.”

Aralarında en genci

Mehmed Zahid Kotku (Rh.A) Ord. Prof. Dr. Ebul-ulâ Mardin’in “Huzur Dersleri” adlı eserinde 1910-1911 yıllarında derslerinde muhatap olarak bulunduğunu belirttiği Mustafa Feyzi Efendi tarafından yetiştirilmiş olmakla birlikte, cemaatle olan bağı Ömer Ziyaeddin Dağıstani Hazretleri’ne uzanır. 1926 yılında 75 yaşında vefat eden Mustafa Feyzi Efendi, kendisi gibi Ahmed Ziyaedin Gümüşhanevi’nin halefi olan Ömer Ziyaeddin Efendi’nin 1921 yılında dünyadan ayrılması üzerine onun görevini üstlenmişti. Ömer Ziyaeddin Efendi’nin oğlu Prof. Dr. Yusuf Ziya Binatlı, o günlerden tanıdığı Mehmed Zahid Kotku (Rh.A) Hakkında şunları anlatır:

“Rahmetullahi Aleyh, babama intisab etmiş genç bir asker, daima sırtında o asker elbisesi ile tekkeye gelen yegane sarıksız kişi idi. Başında kalabağı, üstünde asker ceketi tekkeye gelirdi. Babam yaşlı bir zat idi. İkamet ettiğimiz binadan tekkeye gidip gelirken, müridlerden biri gelir, kendisine yardım ederdi. En çok yardım eder Rahmetullahi Aleyh’ti. Kapıya gelir, kapıyı çalmaz, tıkırdatmaz; babam kapıdan çıkarken koluna girer veya babam yürüyecek kudreti kendisinde bulursa, onun arkasından kemal-i edeble yürür ve babamı makamına kadar götürürdü. Babam Medreset-ül Mütehassisin’de ilm-i hadis ve hilafiyyat dersi okuturdu. Hilafiyyat müderrisi idi. Çok hsta olduğu zamanlarda talebeler gelirler ve bizim evin salonunda ders dinlerlerdi. Hepsi yaşlı başlı, sakallı, 30-35 yaşlarında görünen kişilerdi. Ama, onların içerisinde sakalsız ve en genç görünen Rahmetullahi Aleyh bulunuyordu. Medreset-ül Mütehassisin ki, bugünkü ifade ile üniversite üstü diploma veren bir müessese olarak karşımıza çıkıyor.”

Son padişah Vahdeddin’in bizzat gelip yaptığı şey-hülislamlık teklifini “İşgal altında bulunan bir memlekette fetva makamı işgal edilmez” diyerek reddeden Ömer Ziyaeddin efendi gibi Mustafa Feyzi Efendi de, dünyadan ayrıldıklarında Süleymaniye Camii haziresine defnedilmişlerdi. Bunun nedeni, her ikisini de yetiştiren büyük alim Ahmed Ziaeddin Gümüşhanevi Hazretleri’nin Kanuni türbesinin yanına defnedilmiş olmasıydı. II. Abdülhamid, saygı duyduğu Gümüşhanevi Hazretleri’nin kabrinin, dedesinin yanı başında olmasını istemişti. Ömrünü camide geçirenlerin cami kenarına defnedil-mesinden daha doğal ne olabilirdi?! Ama gerçekte onlar için o uzun ahiret yolculuğunda hocalarıyla kabir yoldaşı olmaktan öte, mekanın bir önemi yoktu. Sanki Mevlana Celaleddin-i Rumi onlar adına konuşmaktaydı:

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayın!.. O, Ariflerin kalbindedir!..”

Mehmed Zahid Kotku (Rh.A), Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi’yle çocukluğundan itibaren ilgilenmiş, onu bizzat yetiştirmişti. Hocaefendi  günleri anlatırken, “ben ortaokulda iken babamın peşinden, babamın elini tutup, eteğini tutup onun yanında kendisinin meclislerine giderdim” diyor, “O zaman Ümmügülsüm Camii’nde imamlık yapmaktaydı. Cumartesi günleri, camiinin arkasındaki yüksek odada sohbetler olurdu. Hocamız bize de arada iltifat buyururdu, ‘Hadi bakalım, filanca hadisteki mana nedir, ona hazırlan, sen de konuş!’ gibi işaretleri olurdu.”

M. Es’ad Coşan Hocaefendi, ortaokul ve lise yıllarında M. Zahid Kotku rh. a.’in özel ilgisine mazhar olmuş, onunla bir çok sohbet ortamında birlikte bulunmuştur. O günlerle ilgili bir anısını şöyle anlatır: “Ben ortaokul talebesi idim. Hocamız’la birlikte, 60-70 kişilik bir grup halinde Çekmece taraflarına bir yere gittik. Yer bulamadık, bu kadar kalabalığa nerde bir yer bulalım?.. Nihayet tel örgü ile çevrili, bir özel mahal bulduk. Bir bekçinin koruduğu, nezaret ettiği bir mahal. Bekçi bize çok güzel bir hüsn-ü kabul gösterdi. Biz o güzel yere, piknik yapmağa girdik bu kalabalıkla.. Hocamız’la açık havada güzel bir sohbet oldu. Sonradan öğrendim ki, bekçi, ‘Ben nasıl hüsn-ü muamele etmeyeyim! Siz gelmeden az önce uyuyordum. Rüyamda, buraya mübarek bir zatın geleceğini bana bildirdiler’ demiş.”

‘Çok çekingendim’

Hocaefendi, yetişmesini tamamen hocasına borçlu olduğunu düşünürdü: “Ne zaman kendisine, ‘Vazifeden ayrılayım, hizmetinize geleyim!’ desem, ‘Profesörlük ne zaman?’ diye sorardı. ‘Profesör ol da, öyle’ derdi. Profesör olacağım yoktu ama, nasıl olduğunu da ben bilmiyorum. Yapmazlardı çünkü.. bütün fakültedeki rey durumu, benim profesörlüğüme evet diyecek insanların sayısı bakımından uygun değildi. Fakültedeki hasımlarım beni çok tenkid ederlerdi, fazla mutaassıp olduğum iddiasıyla. Ama Allah’ın lütf u keremiyle, büyüklerin himmetiyle o nasib oldu.”

Hocaefendi, damadı olması itibariyle özellikle yazları M. Zahid Kotku Hazretleri’yle birlikte seyahat ettiklerini belirtir: “Ankara’ya gelirdi yazın; ‘Hadi bakalım, hazırlanın!’ derdi. Çocuklarımız var, yaramaz, ağlar, hasta olur vs. ‘Rahatsız etmeyelim baba!’ derdik. ‘Yok!’ derdi. Bizi alırdı, muhtelif illeri, kasabaları ziyaret ederdik. Camide veyahut herhangi bir toplantıda, ‘Biraz da sen konuş!’ diyecek diye ödüm patlardı, kaçardım. Arka taraflarda safların arkasında, direğin arkasına saklanırdım. Çok çekingen bir insandım, konuşmak bana çok zor gelirdi. O çekingenliğimizi himmetleriyle, şimdiki şu halimize döndürecek çalışmaları yaptılar. Onu hissediyorum, öyle oldu.”

‘Artık dersleri Es’ad yapacak!’

Mehmed Zahid Kotku Hazretleri, vefatından üç yıl önce, her Pazar günü ikindi namazından sonra yapılan hadis derslerini artık merhum Hocaefendi’ye yaptırmaya başlar. O günü yaşayan Dr. Alaaddin Kaya, izlenimlerini şöyle aktarır: “1977 yılında bir Pazar günüydü. Biz ders dinlemeye geldik. Hocaefendimiz, yanında Es’ad Efendi olduğu halde geldi. Onu kürsüye oturttu. Sonra cemaate döndü, “Bundan sonra bu dersleri Es’ad yapacak!” dedi. ‘Es’ad, bizim damattır, Ankara İlahiyat Fakültesi’nde hocadır.’ Sağ tarafa, yanına oturdu. Beşon dakika dinledikten sonra gitti.” Böylece, Ankara’da oturmakta olan Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi, her Pazar günü ders vermek için İstanbul’a gelmeye başlar. Yaptığı yolculuklarla ilgili bir anısı şöyledir: “Ankara’dan ben çıktım, Pazar günü vaaz vereceğim. Emrediyor bana, Ankara’dan atlıyorum otobüse, buraya geliyorum. Pazar günü vaazı veriyorum, hem de ziyaret etmiş, el öpmüş oluyorum. Otobüse bindim. Kalbimden bir ilahi geçiyor:

‘Gönül ayinesin sufi,
Eğer kılur isen safi,
Açılur sana bir kapı,
Ayan olur cemalullah!..’

Çok güzel bir bestesi de var.. İlahi olarak içim söylüyor, gönlüm söylüyor. Ankara’yla İstanbul’un arası dokuz saat.. Gönlüm bunu söylüyor, ben de hayret ediyorum, “Niye gönlümde bu ilahi var?’ diye.. Kendi kendime sun’i olarak zorlama yapıyorum. Diyorum ki: ‘Takıldı aklım buna, bozuk plak gibi aynı şeyleri söylüyor; başka ilahi bulayım kendime!..’

Uyuyorum, uyanıyorum; yine o ilahi.. Bütün gece bu ilahiyi talim ederek, Ankara’dan İstanbul’a geldim. Topkapı garajında indim, sabah namazını ancak orada kılabildim. Minibüse atladım. Vatan Caddesi’nde indim, camiye doğru yürüyorum. Kalbim hala aynı ilahiyi söylüyor. Geldim, içeri girdim, elini öptüm. Namazı kılmışlar, işrağı kılmışlar; oturuyor. Pırıl pırıl yüzü, mütebessim siması; gülerken güleç yüzünden güller açılıyor.. Elini öptüm. ‘Bak Es’ad, ne kadar güzel söylemiş şair!’ Orada telefon vardı duvarda, tel rafta.. Başka kitap da yoktu. İncecik bir kitap çıkarttı ordan.. ‘Bak, ne güzel söylemiş şair!’ dedi. Ben de aldım baktım:

“Gönül ayinesin sufi,
Eğer kılur isen safi,
Açılur sana bir kapı,
Ayan olur cemalullah!..”


İrşad görevi Es’ad Hoca’da

M. Zahid Kotku Hazretleri’nin 13 Kasım 1980 günü dünyaya gözlerini yumması üzerine irşad görevini üstlenen Hocaefendi henüz 42 yaşındaydı; Çanakkale’nin Ayvacık İlçesi’nin Ahmetçe köyünde 14 Nisan 1938’de dünyaya gelmişti.

1950’de Vezneciler İlkokulu’nu, 1956’da da Vefa Lisesi’ni bitiren Hocaefendi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi bölümünden “Lebid bin Rebia’nın Muallakası” konulu bitirme tezi ile 1960’da pekiyi dereceyle mezun olmuş, Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı, Orta Çağ Tarihi ve Türk-İslâm Sanatı sertifikaları almaştı. Ankara’da 1960’ta girdiği Klasik-Dini Türkçe Metinler Kürsüsü’ndeki asistanlık sınavını birincilikle kazanan Hocaefendi, asistanlığının ilk yıllarında fakülte yayın kurulunda iki yıl sekreterlik görevinde bulunur. 1965 Yılında “XV. Yüzyıl Şairlerinden Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri” konulu teziyle “ilahiyat doktoru” olur. 1967-68 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu’nda “Türkçe ve Hümaniter Bilgiler” dersleri de verir. Askerliğini 1972-73 yılları arasında, İstanbul Tuzla ve ağrı Patnos’ta yedek subay olarak tamamladıktan sonra, “Haçı Bektaş-ı Veli’nin Makalatı” konulu teziyle 1973’te “ilahiyat doçenti” ünvanını alır. 16 Nisan 1973’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü öğretim üyeliğine atanan ve kürsü başkan-lığını üstlenen merhum, 1977-80 yılları arasında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akade-misinde Türk Dili ve Hümaniter Bilgiler dersi hocalığı da yapar. 1982’de, “İbrahim-i Müteferrika ve Risale-i İslâmiyye” isimli takdim teziyle ilahiyat profesörü olan Hocaefendi yurtdışında çeşitli üniversitelerde misafir öğretim üyeliklerinde de bulunmuştur. 1987’de kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır.


Azim ve sebat abidesi

Genç yaşta emekliye ayrılmasının nedeni, hocası M. Zahid Kotku Hazretleri’nin kendisine tevdi ettiği görevi için daha fazla zaman ayırmak istiyor oluşuydu.

Korkut Özal’ın ifadesiyle görevini son derece ciddiye alan, büyük bir ciddiyet ve özenle yapmaya çalışan Hocaefendi, adeta azim, sebat, sabır ve cehdin cisimleşmiş şekliydi. Yurt içi ve dışındaki yolculukları sırasında kimi zaman çok büyük sıkıntılar çektiği halde hiçbir zaman bunu başkalarına yansıtmazdı. Talebelerini lisansüstü çalışmalar yapmaya, yabancı dil öğrenmeye, başka ülkeleri tanımaya ve bilimsel gelişmeleri takip etmeye teşvik ederdi. Kendisi de Arapça, Farsça, Almanca ve İngilizce bilirdi. Bir çevreciydi, bu nedenle talebelerinin çevre, tarih ve kültür dernekleri kurmalarını istemiş, buna öncülük etmiş ve sahip olduğumuz zenginliklerin korunması için çaba göstermiştir. Bir çevreciydi, ama bu, “emperyalist” amaçlarla sürdürülen, “geri kalmış” ülkelere geri kalma durumunu benimsetmek için icat  edilmiş bir çevrecilik değildi.

Dilimizin korunması için de çaba gösterirdi. Bu hassasiyeti, AKRA FM’de yayınlanan “son konuşması”na da yansımıştır: “.. Millet tabii bunun belki farkında değil, biz bu hususta biraz da onları uyarmak istiyoruz. Burada arkadaşlarıma ben şaka yapıyorum, biraz yabancı kelime kullandılar mı, cezayı basıyorum, ‘On dolar ceza verin!’ filan diyorum, anlıyorlar. Para aldığım filan yok ama, ben böyle cezayı basınca düzeliyorlar, Türkçe’sini buluyorlar.”

Merhum Hocaefendi, yanlışlıkları, özellikle de dini konularda yapılan hataları düzeltmek ister, fakat bunu mümkün olduğunca kimseyi kırmadan, şaka yaparcasına gerçekleştirmeye çalışırdı. Bu nedenle Allah’tan başkasından korkmadan hakkı söyler, fakat kendisine düşmanlık yapan ve zarar verenlerin bile doğrularını desteklerdi.

Şöhretten olabildiğince sakınırdı. En meş-hur gazeteci ve televizyoncular onunla röportaj yapabilmek için büyük çaba sarf ettikleri halde olumlu cevap ala-mazlardı. Fakat “İslmai” olarak bilinen gazete ve dergilerin taleplerini de, irşad vazifesi nedeniyle geri çevirmezdi. Onunla sohbet edenler bir cemaat önderi ve bilim adamı ile konuştuklarını unuturlardı; onların seviyesine iner, büyük ölçüde muhataplarının ilgi alanı etrafında konuşurdu.

Hasta olduğu halde bir kültür merkezinin temel atma töreni için 1990 yılı yazında gittiği Aydın’da, yüzüne yansıyan acı ve ıstırabı saklamak için olağanüstü bir çaba göstererek ve elini ağrıyan böğrüne bastırarak, bir grup talebesine şöyle demiştir:

"Ben sizi çileye çağırıyorum,
gelin, bu çileyi paylaşalım diyorum!”

Günümüzde de milletvekili konumunda olan bir siyasetçi, 1980 yılında Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’ne, “Efendim” der, “Suudi Arabistan’da hac sırasında, Türkiye’de Mehdi’nin çıkacağı söyleniyordu.” Hocaefendi, “Türkiye’den Mehdi çıkmaz” diye cevap verir, “Çıksa çıksa ihtilal çıkar!”

İhtilal 12 Eylül 1980 günü çıkar. Ve ondan iki ay sonra, 13 Kasım 1980 günü Mehmed Zahid Kotku rh. a. bu dünyayı terkeder. Hem Türkiye, hem de İskenderpaşa Cemaati için yeni bir dönem başlamıştır. Ülkeyi askerlerin belirlediği bir hükümet yönetmektedir; Başbakan da emekli bir askerdir. Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi, bu geçiş döneminde kendisini, Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin vefatına yakın kurdurduğu Hakyol Eğitim Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı’nın çalışmalarının yürütülmesi ve geliştirilmesine adar. Diğer yandan da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki görevine devam etmekte, her hafta sonu da İstanbul’a gelerek Pazar günleri hadis derslerini sürdürmektedir.

Önce, vakıf çalışmalarının bir parçası olarak Seha Neşriyat kurulur ve Mehmed Zahid Kotku rh. a.’in daha önce yayınlanmış ve henüz yayınlanmayı bekleyen eserlerinin neşrine başlanır. Siyasi partilerin kurulduğu ve ülkede hür seçimlerin gerçekleştiği 1983 yılının Eylül ayında ise bir aylık dergi yayınlanır: İslâm Mecmuası.


Halkın ihtiyacına göre yayın

O güne dek İslâmi kesimin yayınladığı dergiler ya Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç gibi üstadların kişisel birikimi ve görüşlerini yansıtmakta ya da “Mavera” dergisi gibi bir arkadaş grubunun çabalarına dayanmaktadır. Bir üçüncü kategoriyi ise, “ideolojik” veya “dava amaçlı” hamasi yayınlar oluşturur. Bunların önemli bir bölümü son derece iyi niyetli çabalar olmakla birlikte, halkın ihtiyaçlarından çok, yayınlayanların birikimlerinin aktarılması amacıyla meydana getirilmekteydiler.

Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi, İslâm dergisini yayınlarken kendi birikimini değil, halkın ihtiyaçlarını düşünerek yola çıkıyordu. Bu dergi ne bir grup aydının edebi ürünlerinin değerlendirildiği bir platform olmalı, ne de bir “üstad”ın, bir mihver şahsın tek kişilik beyannamesi haline getirilmeliydi. Halkın ihtiyacı düşünülerek yayınlanmalı ve birikim sahibi, olumlu mesajı olan herkese açık tutulmalıydı. Ne salt edebi kaygılara yaslanmalı, ne sadece günlük siyasete kilitlenmeli, ne de bilimsellik ve entellektüellik adına yalnızca aydınlara hitap etmeliydi.

O nedenle İslâm dergisi, sayfalarında, “kadın ve aile”den “çocuk”a, “bilim ve teknik”ten “dış politika”ya, “fıkıh”tan “tasavvuf”a, “ekonomi”den “tarih”e kadar her alana yer veren bir çizgi izlemekteydi. Temel ilke, her konuyu uzmanına yazdırmaktı. İslâm dergisinin görülmemiş bir başarı göstermesinin, tirajının 100 bine yaklaşmış olmasının nedenleri öncelikle bunlardır. Böylece Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi, Türkiye’de yapılmamış bir şeyi gerçekleştirdi. Bir çığır açtı. Bu, İslâmi kesimde yayıncılık alanında bir devrindi. Bunu, Kadın ve Aile dergisi izledi. O güne kadar İslâmi kesimin ortaya koyduğu “kadınlar” a yönelik yayınlar “İslâm’da kadın” türünden başlıklara sahip kitaplardan öteye gitmezken, Hocaefendi kadınların eğitimine, kültür ve bilgi bakımından gelişmelerine katkıda bulunmak için sözkonusu dergiyi yayınlatmaya başladı. Çıkaranlar “İslâm’da kadın” kitaplarının yazarları gibi erkekler değildi, bizzat hanımlardı. Daha önce İslâmi kesimde yayınlanan dergiler birbiri yerine ikame edilebilen ürünlerken, Prof. Dr. M. Es’ad Coşan nerede boşluk varsa orayı doldurmak istiyordu. Kimseyle rekabet etmiyordu, aşmaya ve geçmeye çalıştığı yine kendisiydi.


İlim akla, sanat gönüle...

Hocaefendi’nin amacı, bütün bir topluma hitap edebilmekti. Kadınlar da toplumun bir parçasıydılar, çocuklarsa geleceğin ta kendisi. Hz. Ali’nin, “Çocuklarınızı bugünün değil, yarının şartlarına göre yetiştirin” şeklindeki sözünü sıkça tekrarlardı. O nedenle “Gülçocuk” adında bir çocuk dergisini de yayın hayatına kazandırdı. Çocuklara öylesine önem veriyordu ki, Gülçocuk için, evet bir çocuk dergisi için Prof. Dr. M. Es’ad Coşan imzasıyla olanca ciddiyetiyle başyazılar kaleme alıyor, onların anlayacağı bir dil ve üslupla makaleler yazıyordu.

Hocaefendi’nin “İlim ve Sanat” dergisi ile de bir çığır açtığını söylemek mümkündür. İslâmi kesim ilk kez İlim ve Sanat ile hem içerik açısından, hem de görsel bakımdan gerçek anlamda bir bilimsel dergiye kavuşmuştur. İlk kez bilim felsefesinin çağdaş sorunları tartışılmış, çevre gibi yeni konuşulmaya başlanan konular gündeme getirilmiştir. Derginin bir tanıtım toplantısında Hocaefendi, ilmin akla, sanatınsa gönle hitap ettiğini, tek kanatla uçulamayacağını, ikisinin birleştirilmesi gerektiğini söylemişti. Prof. Dr. Şerif Mardin’in, İlim ve Sanat ile Kadın ve Aile’nin İslâm dünyasında muadili bulunmayan dergiler olduğunu yazarken mübalağa etmediğini kabul etmek gerekir.

Bütün bunlar sadece İskenderpaşa Cemaati’nin değil, bütün bir Türkiye’nin ve bütün bir İslâmi kesimin ufkunu açan çabalardı. Hocaefendi, bir cemaatin lideriydi, fakat dergileri herkese açıktı; sadece İslâmi kesimin aydınlarına değil, dikkate değer birikimi olan her görüşten insana bu dergilerin sayfaları açılmış, pekçok isimle kendi uzmanlık alanlarıyla ilgili söyleşi yapılmıştır.

Bütün bu çabalar, gerçek anlamda bir çığır açtı, çünkü birçok cemaat ve grup bu olumlu adımları izledi. Böylece yayın dünyası hem İslâm, hem Kadın ve Aile ve hem de İlim ve Sanat’ı örnek alan ve onlara benzeyen dergiler kazandı. Bu, Hocaefendi’nin çok sesliliğin ve kültürel zenginliğin artmasına da ön ayak olması anlamına geliyordu.


Topluma Hizmet

Hocaefendi’nin yaptığı çalışmalar “cemaate hizmet” amacı taşımaktan çok, “cemaatin topluma hizmeti”ni sağlamaya yönelikti. Bu nedenle başta İstanbul çevresi olmak üzere birçok yerde ağaç dikme kampanyaları düzenletmiş ve “Kotku koruları/ormanları” meydana getirmiştir. Bu çalışmalara bizzat kendisi de iştirak etmekteydi.

İlk, orta ve lise düzeyinde birçok eğitim kurumu tesis eden Hocaefendi, tek boyutlu bir çalışmayı yeterli görmez, her alanda faaliyet gösterilmesini isterdi. Bu nedenle, dindar insanların da kendilerini rahat hissedecekleri sağlık kurumları ve hastaneler kurdurmuştur. İnceleme, araştırma ve seyahate büyük önem verirdi; kurdurmuş olmaktan en çok memnuniyet duyduğu şirketin turizm alanında faaliyet gösteren olduğunu söylemiştir.

Tasavvuf anlayışının ekseninde “bar olmamak, yar olmak” ilkesi yatıyordu; başkalarına yük olmamak, yardımcı olmak. Bu nedenle hizmetlerin masraflarını yardım alarak değil, ticari müesseseler oluşturarak karşılamak istiyordu. Hiç kimseyi hizmetlere yarım etmesi için zorlamaz, emrivaki yapmaz ve her hizmetin gönüllü yapılmasına önem verirdi. Bu yüzden, deyim yerindeyse, “kendi yağıyla kavrulmak” zorunda kalan AK Televizyon ve Sağduyu Gazetesi gibi girişimler akamete uğramıştır.


Hizmette yeni ufuklar...

Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi, herkesin bildiği gibi bir “şeyh”ti, tarikat önderiydi, köklü bir geleneğin günümüzdeki temsilcisiydi. Fakat “referans”ı Kur’an ve Sünnet’ti, çünkü bizzat o “gelenek” bunu gerektiriyordu. Hocası Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin, Nakşibendiye’nin büyüklerinden Abdülhalik-i Gücdüvani’nin nasihatlerini vefatından önce kendisine bir levha şeklinde hazırlattığını ve ilaveler yaptırdığını, böylece o nasihatleri kendi vasiyetnamesi haline getirdiğini anlatır.

O nasihatlerden birisi “zahiri (fıkhı) de, batını (tasavvuf) da Kur’an’da aramak”tır. Bu nedenle merhum Hocaefendi vefat anına kadar sohbetlerini Ramuzü’l-Ehadis adlı hadis kitabının açıklaması şeklinde yapmıştır. Son yıllarında buna ek olarak haftada bir Kur’an tefsiri dersi yapmaktaydı. Bu derslerin yayınlandığı AKRA FM bir anlamda onun diliydi.  Amaçla-rından birisi, çok iyi yetişmiş bir alimler zümresi oluşturmaktı. Bunun için 1980’li yılların sonlarında Hakyol Vakfı bünyesinde İstanbul’da Hadis Enstitüsü, Ankara’da da Fıkıh Enstitüsü kurdurmuştu. Bu müesseseler lisans sonrası seviyedeydi ve bir amacı da doktora yapan öğrencilerin maddi ve manevi bakımdan teşvik edilmesi ve desteklenmesiydi.

17 Ağustos 1999’da yaşanan deprem sonrasında yaptığı çalışmalarla bütün kamuoyunun dikkatini üzerine çeken Hakyol Eğitim Yardımlaşma ve Dostluk Vakfı’nın faaliyetlerinin kapsamını yetersiz bulan Hocaefendi, ayrıca bir de İlim Kültür ve Sanat Vakfı (İLKSAV) kurdurmuştu. Gerek Hakyol Vakfı, gerekse İLKSAV, ülke genelindeki pek çok tarihi eseri restore ederek kullanılır hale getirmiştir. Bunu da yeterli görmeyen Hocaefendi, talebelerinin kendi yörelerinde dernekler kurarak çevreyi, tarihi mirası ve kültürel varlıkları koruma çalışmaları yapmalarını istemiştir. Böylece ülke genelinde -00’e yakın “çevre-tarih ve kültüri”ve “evre-ahlak ve kültür derneği”meydana getirilmiş ve bunlar birçok faaliyetin altına imza atmışlardır.


‘Kolonizatör Türk şeyhi’

Ord. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” adlı makalesinden esinlenerekona, “Kolonizatör Türk Şeyhi” demek belki mümkündür. Çünkü Avustralya’dan İsveç’e kadar dünyanın pekçok yerindeki Türk göçmenlerin kendi kültürlerini koruyarak ekonomik bakımdan güçlenmeleri için çaba göstermiştir. Yurtdışında birçok cami ve kültür merkezi kurdurmuş, bunların bazılarının açılışında bizzat bulunmuştur.

Michel Foucault’nun “bilginin güce dönüştürülmesi” tezinden hareketle oryantalizmin aslında emperyalizme hizmet ettiğini savunan Edward Said’in yazdıklarını dikkate aldığımızda, Hocaefendi’nin ülkemiz insanına oryantalizmi tersine çeviren bir vizyon kazandırmaya çalıştığını söylemek mümkündür. Öğrencilerine mutlaka bir yabancı dil öğrenmelerini, herhangi bir kıtadan bir ülkeyi seçip onun tarihini, kültürünü ve toplumsal yapısını tanımayı öğütlerdi. O ülkeye gitmelerini, coğrafyasını ve insanlarını incelemelerini, hatta oradan evlenmelerini söylerdi. İtiraf etmek gerekir ki, arasında su sorunu, PKK meselesi ve Hatay ihtilafı bulunan, üstelik 400 yıla yakın bir süre yönettiği bir Suriye hakkında bile bir tanecik olsun uzman yetiştire-memiş bir ülke için Hocaefendi büyük düşünü-yordu. O, “yarınki Türkiye” için konuşuyordu; bir anlamda bugünün değil, geleceğin insanıydı.

Onun Avustralya’da yaşamaya başlamış olmasına şaşmamak gerekir. Çünkü o, “kendi içine kapanmış” bugünkü Türkiye’ye sığmazdı. Sığmadı..

İslâm’da mutasavvıfların hepsinin “bir meslek sahibi” olduğunu söyleyen Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Mesela, okuyun Tezkiretül Evliya’yı, ya attardır, ya kassabdır, ya nessacdır, dokumacıdır.. Çünkü, elinin emeğiyle kazanmak sevap olduğundan çalışmışlardır. İslâm tasavvufunda böyle bir kenara çekilip de, toplumdan kaçmak yoktur. Bazı zamanlar yapılan bir halvet var; o da eğitim içindir. Hiçbir kimse üniversitenin son sınıfına gelmiş bir öğrenci, tam proje devresinde evinden üç gün dışarı çıkmadı, projeyi yetiştirmek için gece gündüz çalıştı diye onu suçlayamaz.”

Hocaefendi’nin toplumsal faaliyetlere verdiği önemi anlamak için şu sözlerine bakmak yeterlidir: “Dernekler ve cemiyetler, sosyal ictima araçlardır. Hatta fabrikalardır diyebiliriz. ‘Bir milletin, bir topluluğun kuvvetli olması; bugün sanayi bakımından gelişmiş olması, bilimde teknolojide ilerlemiş olması ile mümkün olur’ deniliyor. Ve Batı’ya bakıldığı zaman veya Doğu’da Japonya’ya bakıldığı zaman, onların en çok göze çarpan tarafı; işte fabrikası, aleti, edevatı cihazı, uçağı, otomobili vs. gözönüne getiriliyor da, bu toplumların, bu milletlerin sosyal yapısı üzerinde durulmuyor. O tarafını kimse düşünmüyor ve o tarafının önemini anlamıyor.”

Es’ad Coşan Hocaefendi’nin talebelerinden en genel anlamda şu üç şeyi yapmalarını istediğini görüyoruz:
Toplumsal bakımdan faal olmak ve organize hale gelmek,
En son teknolojiyi kullanmak,
Her alanda en son bilgileri takip etmek, üretmek.


Hocaefendi’ye göre tasavvufun 9 esası

“Bana göre” diyordu Hocaefendi, “bugün mutasavvıfları, ortalıkta dolaşan tasavvufi bilgileri v tarikatları üçe ayırmak lazım: 1. Hakiki tasavvuf, tahkiki tasavvuf, gerçek tasavvuf, İslâmi tasavvuf. 2. Taklidi tasavvuf. Yol doğru, esas sağlam, fakat temsil eden şahıslar cahil, takliden yapılıyor iş. 3. Bir de dejenere tasavvuf vardır. Dejenere tasavvuf, tasavvufun adını karartan bir çizgidir. Aslında tasavvuf değildir ama, adı tasavvuf olduğu için yüz karası olmaktadır.”

Hocaefendi genel olarak tasavvuf yolunun dokuz esası bulunduğunu belirtir ve onları şöyle sıralar:

1-Kur’an’a ve Sünnete Bağlılık.

2-Niyetin Halis Olması.

3-İtikadın Doğru Olması.

4-Zikir.

5-Murakebe: Bunu, “Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğunu ve seni gördüğünü, senin Allah’ın huzurunda olduğunu hissetmen” diyerek açıklıyor.

6-Vukuf-i Kalbi: “Vukuf-i kalbi demek, insanın gönlüne sahib olması demek, gönlüne bakması demek, gönlüne hakim olması demek, gönlünü gözlemesi demek..”

7-Hıfz-ı Nisbet: “Derviş mürşid-i kamile bağlanmışsa, o mürşid-i kamil Peygamber Efendimiz’in vazifelendirdiği bir vekil ise, verese-i nebi ise, Peygamber Efendimiz’in manevi varislerinden ise, sahih bir el ile vazife almış bir mürşid ise; o zaman ona hürmet etmek lazım, onunla bağlılığı koparmamak lazım, tarikatın silsilesine yapışmak lazım!..”

8-Rabıta-i Muhabbet: “Sonra rabıta-i muhabbet.. Şeyhine muhabbetle bağlanması da bir esastır. Muhabbet olacak! O olmazsa feyz olmaz, evliyalık olmaz.”

9-Sohbet-i Şeyh: “Kitaplarda yazılan sonuncu şart, sohbet-i şeyh’tir. Şeyhin sohbetinden feyz alır mürid.. Oturur, kalkar, gelir, gider, feyz alır, yetişir.”


Çağı ıskalamamak

“Tek tek çok iyi yetişmemiz gerekiyor” diyordu bir sohbetinde, “Zaten tasavvuf bu!.. Tek tek iyi yetişeceğiz, her yönden iyi yetişeceğiz ve dünya piyasalarında rekabete; kendi dalımızda dünya şampiyonluğuna oynayacağız. Kardeşlerimiz kendi dalında dünyanın neresinde ne neşredilmişse, onu takib edebilmeli. Ve, kendi mesleği için haftanın bir zamanını ayırsın, bir gününü ayırsın. Kitap, klasik bilgileri verir. O klasik bilgiler eskimiştir, uzun zaman eleştirilmiştir, konuşulmuştur, bu arada kitaba girecek birçok yeni konular ortaya çıkmıştır. En yeni bilgiler, mesleki mecmualardır. Sonra, kendi mesleğinizden olan insanlarla irtibatınız olması lazım!.. Velev, tamamen bizim fikrimizde olmasa bile.. çünkü, ilmin vatanı da yoktur, bir şahsa bağlılığı da yoktur. İlim ilimdir; Alman’dan da alınır, İsveçli’den de alınır, Türkiye’deki bir başka şahıstan da alınabilir. Senin gibi camiye gelmiyordur, senin gibi namaz kılan bir kimse değildir ama, ilim adamı ise, onunla az çok bir iyi münasebet içinde olmaya çalışma-mız lazımdır.”

Ve sözlerini şöyle sürdürüyordu Hocaefendi: “bir de yapmak istediğiniz şeyi ‘en güzel şekilde’ yapmaya çalışın ve kullandığınız araç ‘en güzel’ olsun!.. Bilgisayar kullanmayı öğrenin!.. Çünkü, süratle arayıp bulma, tasnif etme imkanları oluyor.. vs. Bunlardan istifade etmek için bir de yabancı dil gerekiyor. Mutlaka çok güzel yabancı dil bileceksiniz!.. bir Müslüman olarak İslâm’ı onlara anlatmamız bakımından da lazım, o bilgileri almamız için de lazım.. Her ilmin kıymeti var ve herkes birtakım şeyleri en iyi tarzda yapmayı öğrenmeli.”

Bu çağın insanıydı Hocaefendi, çağdaştı, fakat modernitenin ifade ettiği anlamda modern değildi elbette. Bir konuşmasında bunu şöyle ifade etmiştir.

“Biz ne an’anevi sayılırız, ne de modern sayılırız. Hayattı yaşarken İslâm’ın emirlerini uygulamak istiyoruz. Modern çağda yaşıyoruz, bugünde yaşıyoruz; o halde bugünün insanıyız. Bu hayatı yaşıyoruz, ama Müslümanız. O halde, bu hayatı İslâm’a göre yaşamak için, neler yapmamız gerekiyorsa, onları yapmamız lazım!.. Biz böyle hayattan kopup, eski çağlara gidip, tarihi bir grup olarak yaşamayı da düşünemeyiz. Bugünün insanı olarak İslâm’dan kopup, İslâm’la hiç ilgisi olmayan toplum olarak da yaşayamayız. Müslüman olduğumuz için İslâm’a bağlıyız, yaşadığımız için de çağımıza bağlıyız. O halde bugünkü insan nasıl yetişmesi gerekiyorsa, öyle yetişeceğiz, ama hayatımızı İslâm’a göre yaşayacağız.”


Hangi tasavvuf?

Peki hayatımızı İslâm’a göre nasıl yaşayacağız? “Birinci esasımız” diyor Hocaefendi, “Kur’an-ı Kerim’e ve sünnet-i seniyyeye tebeiyyettir. Onun için tekkemizde Hocamız’dan bize el olarak verilmiş ve adet olarak bırakılmış olduğu üzere hadis kitabı okuruz. Gümüşhaneli Ahmed Ziyaüddin Efendimiz, kendisi Ramuzül-Ehadis diye bir hadis mecmuası, kolleksiyonu tertiplemiş, onu okumaya devam ediyoruz. Yani lafla sünnete uyuyoruz deyip de, hal ve gidiş itibariyle sünnete aykırı bir çok bid’at işleyen insanlar gibi değiliz. Peygamber Efendimiz’in hadis kitabını okuyoruz ve sünnet-i seniyyeye hayatımızı uydurmaya, Efendimiz’in sünnetine göre yaşamaya gayret ediyoruz. Hangi hadis kitabını okuyorsanız, hangi sünnet eserini takib etseniz, hepsi makbülümüzdür.”

Hocaefendi, tasavvuf ile tarikat arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklar: “Şimdi millet tarikat deyince bir ürküyor; tasavvuftan çok ürkmüyor. Çünkü tasavvuf büyüklerini, hakikaten büyük insanlar olduklarını kültür tarihinden büyük insanlar olduklarını kültür tarihinden okumuş. Mevlana da mutasavvıf.. Haa, o zaman fena değil galiba tasavvuf.. Yunus Emre de mutasavvıf..

Ama tarikat deyince, sanki tarikat tasavvuftan ayrı bir şeymiş gibi; ‘Tarikat mı, tarikatçı mı?.. Allahaısmarladık! Diyor, kaçıyor. Görünmüyor ortalıkta.. Halbuki, Mevlana da tarikatçı, Yunus Emre de tarikatçı, Eşrefoğlu Rumi de tarikatçı, Hacı Bayram-ı Veli de tarikatçı, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de tarikatçı.. Tarikat ne demek?.. Yol demek.. Neyin yolu?.. İnsanın nefsini terbiye etmesinin yolu, insanın Allah’ın sevgili kulu olmasının yolu demek.. Metod demek yani.. Ne var bunda?.. Sen tasavvufu istiyorsun, ama tarikatı istemiyorsun.. Gayeyi istiyorsun, gayeye götüren yolu istemiyorsun.. İşi beğeniyorsun, metodu kabul etmiyorsun.”

içindekiler | ana sayfa